GeGeGe no Kitarō

Yōkai dünyasının kapılarını aralayan ve bir kültürel mirası günümüze taşıyan altmış dört yaşındaki GeGeGe no Kitarō (ゲゲゲの鬼太郎), yeni filmiyle şu sıralar beyaz perdede. Bu yazıda ise kısaca serinin tarihine ve mangakasına değinmek istiyorum.

Peşinen söyleyeyim, bu yazı neredeyse on yıldır taslaklarımda duruyordu, bazı bölümlerini olduğu gibi, bazı kısımlarını da değiştirerek çeşitli mecralarda yayınladım. Ancak artık tamamının yayınlama vaktinin geldiğini düşündüğüm için bitirerek beğeninize sunacağım. O yüzden öncelikle odadaki fili dışarı buyur edelim.

Gegege (ゲゲゲ): Japoncada genellikle hayaletli atmosferlerle ilişkilendirilen ürkütücü veya ürpertici sesleri ifade etmek için kullanılan onomatopoeik terim. Japon korku hikayeleri ve doğaüstü olaylarla ilgili medya içeriklerinde sıklıkla rastlanılmaktadır.

GeGeGe no Kitarō

GeGeGe no Kitarō, Japon mangaka Mizuki Shigeru tarafından yaratılan ve ilk olarak 1960’da yayımlanıp 1968 yılında da animeye uyarlanmış bir manga serisi. Seri, yōkai adı verilen Japon folklorundaki doğaüstü yaratıklarla etkileşim içinde olan genç bir yōkai olan Kitarō’nun maceralarını konu edinmekte olup günümüzde hâlâ düzensiz aralıklarla devam ediyor. Seri, Japonya’nın zengin demonolojik mirasını yansıtan çeşitli yōkai tiplemeleriyle dolu olup yer yer korkutucu yer yer eğlenceli öğeler içeriyor. Mizuki’nin kendine özgü çizim tarzı ve hikâye anlatımı, GeGeGe no Kitarō‘yu Japon popüler kültüründe ikonik bir eser haline getirmekte. Öyle ki, bugün Mizuki’nin memleketi olan Tottori’de, serinin onuruna inşa edilmiş bir Mizuki Shigeru Yolu bulunuyor.

Nezumiotoko ile Kitarō

Kitarō isimli ana karakterimiz, yōkai ve insan dünyaları arasında bir köprü görevi görüyor ve genellikle insanları muhtelif yōkai tehditlerinden korumak için mücadele ediyor. Kitarō’yu bildiğiniz canavarlarla savaşan diğer baş kahramanlardan ayıran şey tarafsız olması. İnsanları yalnızca haklı olduklarını veya ikinci bir şansı hak ettiklerini düşündüğünde kurtarıyor. Aksi takdirde, ya seyirci kalmayı tercih ediyor ya da onları bizzat kendisi cezalandırıyor. Karakterin ahlak anlayışı, inatçılık, ilgisizlik ve yozlaşmanın peşinden talihsizliklerin geldiği huzurlu ve dengeli bir hayat sürmekten tarafa.

Ayrıca Kitarō’nun günlerini gözlerden uzak ağaç evinde dinlenerek geçirmesi, en yakın dostu ve rakibi haylaz Nezumiotoko ile bir tezat oluşturuyor. Çoğu zaman etik olmayan yollarla köşeyi dönme planları yapan ve Kitarō’ya sık sık ihanet eden bu karakter aynı zamanda şahsen serideki favori karakterlerimden biri, zira baş rolünde olduğu bölümler genellikle herkesi manipüle ettiği ve planları başarısız olduğunda -ki genelde oluyor- hızla yeni planlar geliştirdiği için derin ve çok katmanlı.

GeGeGe no Kitarō‘nun geçmişi Japon animasyonuna kadar uzanmaktadır. 1930’larda Kamishibai sanatçısı Itō Masami, ölü annesinin mezarında doğan deforme olmuş çirkin bir çocuk olan Kitarō’nun başrolde olduğu bir hikâye çizmiştir. Çok az bilinen bu hikâye, bir yōkai meraklısı olan Mura Shigeru isimli çocukta büyük ve kalıcı bir etki bırakır. Ancak 1942 yılında, Shigeru 20 yaşında geldiğinde Japon İmparatorluk Ordusuna alınır ve Papua Yeni Gine’deki New Britain adasına gönderilir. Savaşta sıtmaya yakalanır, arkadaşlarının ölümlerine şahit olur ve bir Amerikan hava saldırısında baskın olan sol kolunu kaybeder. Rabaul kasabasındaki bir sahra hastanesinde tedavi görürken yerli Tolai halkından arkadaşlar edinir. Onu seven Tolailar, Shigeru’ya ev, vatandaşlık, hatta evlenecek bir kadın teklif eder. Shigeru bu teklifi düşünmüş olsa da, önce Japonya’ya dönüp ailesini görmeye karar verir.

Shigeru Mizuki, Influential Japanese Cartoonist, Dies at 93 - The New York Times

Mizuki Shigeru

Japonya’ya dönüp ailesiyle yüzleştikten kısa bir süre sonra tekrar Yeni Gine’ye gitmeyi amaçlayan Shigeru, bir topçu subayı olarak savaşmış abisinin savaş suçlusu olarak hüküm giymesi sebebiyle yurtdışına çıkma yasağı alır ve önce balıkçılıkla uğraşır, hanlarda getir götür işleri yapar, daha sonra da sağ kolunu geliştirerek çizerlik yapmaya başlar. İlk eseri 1957 yılında çıkan Rocketman isimli manga olan Shigeru, kısa bir süre çalışmış olduğu Mizuki isimli hanın adını alarak eserlerinde Mizuki Shigeru adını kullanmaya başlar. Yapıtlarında agresif bir savaş karşıtlığı gözlemlenebilen Shigeru, Japonya’nın işlediği savaş suçlarına da değinmektedir. Hayatını eserlerine adamış ve 2015 yılında 93 yaşında kalp krizinden ölene kadar manga çizmeye aralıksız devam etmiş olan Mizuki Shigeru, sadece sevilip sayılan büyük bir sanatçı olmayıp, aynı zamanda imparatorluk dönemi sonrası Japon sulhperverliğinin de en önemli temsilcilerinden biridir.

Neyse, seriye geri dönelim. Hikâyemiz, Mizuki isimli bir kan bankası çalışanının, göndericisi belli olmayan bir paket almasıyla başlar. Paketten bir insan gözü çıkar. Bundan tiksinmiş olsa da, pek üzerine düşmez ve işe gider. Kan bankasına geldiğindeyse kendisini başka bir problemle bulur. Bir şekilde yokai kanı bağışlanmış ve bu da kan kaynaklarını kirletmiştir. Biraz daha araştırdıktan sonra gizemli bağışçıyı bulur, ancak onun çoktan ölmüş olduğu konusunda ikaz edilir. Bunu da gülünç bulup yavaşça bağışçının kaldığı odanın kapısını açar ve BAM, bir zombi Mizuki’nin yüzüne bakarak ona… çay ikram eder.

Çay alır mıydın kuzum?

İşte Kitarō böyle bir seridir. Kan bankası çalışanı olan üvey babası tarafından reddedilmesinin ardından Kitarō, dünyayı bilgisizlik içinde dolaşmaya koyulmuştur. Neyse ki, öz babası destek için hâlâ yanındadır, ancak baba şakalarını ve çay fincanında banyo yapmayı seven sevimli bir göz olduğu için başka pek bir şey yapamaz. Seriye kronolojik olarak başından (2023 çıkışlı Kitarō Tanjō: GeGeGe no Nazo filmi sayılmaz) giriş yapmak istiyorsanız, Kitarō ve ailesinin orijin hikâyelerini anlatan 11 bölümlük 2008 yapımı Hakaba Kitarō animesini şiddetle tavsiye ederim. Mizuki’nin orijinal sanat tarzına sadık kalınarak hazırlanmış sunumu ile karanlık ve öngörülemeyen atmosferi nefistir. Yine de Hakaba Kitarō ve GeGeGe no Kitarō‘nun birebir aynı olmadığını belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum. Mizuki’nin orijinal eseri, anime yapılmadan önce karanlık oranı biraz azaltıldı, kasvetli atmosfer kısıldı, mizah dozu arttırıldı ve episodik bir hikâyeler zinciri tercih edildi. Dolayısıyla Hakaba Kitarō‘yu izledikten sonra beğenip devamını getirmek isteyenler GeGeGe no Kitarō‘ya giriş yaptığında aradıklarını tam olarak bulamayabilirler. Ben uyarımı yapmış olayım.

GeGeGe no Kitarō‘nun ise birden fazla serisi bulunuyor. Sezonu demiyorum. Serisi diyorum. 1968, 1971, 1985, 1996, 2007 ve son olarak 2018 TV serileri mevcut. Bunların devam eden bir sezon değil de farklı seriler olma sebebi de hepsinin, orijinal eserin yeniden uyarlamaları olması.

Çağlar boyu Kitarō

1968 serisi, bir çocuk şovunun ne olması gerektiği konusunda mükemmel dengeyi tutturuyor. Açıklaması zor, ama doğru hissettiriyor ve bölümlerin çoğu siyah beyaz dönemden kalma olmasına rağmen hâlâ izlemeye değer. Örneklerimi daha sonra halefleriyle karşılaştırarak vereceğim. Gerçekten, 60’ların bazı bölümlerinin hâlâ tüm franchise içinde en iyisi olduğunu düşünüyorum, ancak internete büyük ölçüde yüklenmemiş olması üzücü. Eh, arz talep meselesi.

Kitarō ve babası

Benzer bir şekilde, ne yazık ki 1971 serisinden de sadece 3 bölüm mevcut, ancak üçü de oldukça iyi seçimler. Bunların arasında benim favorilerimden biri olan üçüncü bölüm de var. Nezumiotoko’nun bir film stüdyosunu dolandırma ve yōkaiları birbirine düşürme planını konu alıyor. Tabii ki, birtakım problemler vuku buluyor ve her şey kontrolden çıkıyor. Bölüm o kadar olaylı ve yoğun ki tek başına bir film yapsalar olurmuş. On yedinci bölümü de seviyorum. Nezumiotoko, zihin kontrol eden bir böcek ile dünya liderlerinin arasını bozarak bir sonraki dünya savaşını tetiklemeyi planlıyor.

1985 serisinin, 1988 tarihli final sezonu Jigoku Hen de dahil 77 bölümü yüklenmiş. Önceki Kitaro yapımlarının havasını taşıyor ancak karakter tasarımlarını, animasyonları ve olay örgüsünün çeşitliliğini geliştirerek 1980’lerin standartlarına yükseltiyor. Örnek olarak, Nezumiotoko’nun zor durumdaki yōkailar için danışmanlık ofisi olarak kullanmak üzere kazanç sağlamak amacıyla bir daire kiraladığı sekizinci bölüm verilebilir. Tek sorun, yōkaiların insan parasına ihtiyaç duymaması ve dolayısıyla hiç paralarının olmamasıdır. Bu bölümü iki nedenden dolayı çok seviyorum. Birincisi, Nezumitoko’nun defalarca başarısız olması ve emprovize hareket etmesiyle olaylı bir bölüm olması. Örneğin danışmanlık işi başarısız olunca, evin sahibi olabilmek için arkadaşlarına apartman sakinlerini korkutturuyor. İkincisi, modern banyoların temizlenmesi çok kolay olduğu için işsiz kalan pislik yiyen bir yōkainin hayat mücadelesinin ardındaki hikâyeyi ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.

1985

Mangada, kedilerin istila ettiği bir köy hakkında bir bölüm var. Kitarō olayı araştırıyor ve kedilerle savaşıyor. Oldukça basit bir macera. 1985 uyarlaması da benzer bir deneyim sunuyor ancak daha iyi bir giriş yapıyor: Nezumiotoko yanlışlıkla bir tapınağın içinde bir hazine buluyor ve çalıveriyor. Bu durum kedi yokaileri kızdırarak kasabaya saldırmalarına neden oluyor. Kitarō yine olaya müdahale ediyor, ancak arkadaşları da savaşa dahil olup konu genişletiliyor. Elbette, savaş animasyonları o kadar iyi değildi, ancak bu tür animelerde genellikle aksiyon yerine içeriği tercih ederim. Gerçi ben 1968 serisinin aynı bölümünden daha çok keyif almıştım. Onda tapınağın arkasındaki tarihçeyi, işçilerinin onu yıkma konusundaki isteksizliğini ve kızgın kedilerin köyü ele geçirmesinden sonra köylülerin bakış açısını anlatıyor ki bu benim en sevdiğim kısımdı.

Yine de genele vurunca 1985 serisi, önceki iki serinin aksine insan-yōkai ilişkilerini ve duygusal çatışmalarını daha derinlemesine ele alıyor. Bunun iyi bir örneği, zor durumdaki bir müzisyenin bir su şeytanının bestesini araklayarak ünlü olduğu kırk üçüncü bölümdü. Su şeytanları bu hırsızlığı duydular ve hiç mutlu olmadılar. Her ne kadar konusu itibariyle sıradan bir korku bölümü gibi görünse de, olaylar yavaş yavaş gelişiyor ve hem müzisyenin hem de su şeytanlarının bakış açılarını ortaya çıkararak dokunaklı ama komik bir deneyim sunuyor. Bu tür bölümlerin varlığı, GeGeGe no Kitarō’nun kendine özgü güçlü yanlarından yalnızca biri. Gerilim dozu ve gizem yükseldikçe korkunç bir şeyler olmasını beklerken, gizli motivasyonlar ortaya çıktığında hikâye birden daha aydınlık, duygusal ve komik bir hâl alıveriyor. Son olarak, 7 bölümlük Jigoku Hen sezonu, Kitarō’nun -orijini önemli ölçüde değiştirilmiş olan- annesini aradığı bir ark ile 1985 serisine noktayı koyuyor.

Yōkailar

Devam edecek olursak, ne yazık ki 1996 serisi hakkında söyleyecek çok az şeyim var çünkü %10’undan daha azı nete yüklenmiş durumda veya ben bulamıyorum. Yine de, ikinci bölümdeki tütsü yakıp soğan keserek şeytani gözbebekleri sürüsünü savuşturdukları komik ve zekice yazılmış senaryosundan keyif aldım. Doğal olarak, Nezumiotoko’nun duyarsız zengin olma planları da geri dönüyor. Beşinci bölümde, elmas olan dışkısını toplayabilmek amacıyla insanları bir canavar tarafından yenmeleri için kandırıyor. Bu bölümlerin birçoğu yeniden yapım olsa da, bazılarının genel olarak gelişme gösterdiğini düşünüyorum, tıpkı 1968 serisinin ikinci bölümünde yer alan saç canavarının müzik çalmak ve ruhları çalmak için geri döndüğü üçüncü bölümde olduğu gibi. İkisinin de harika bir hikâyesi olduğunu asla düşünmüyorum. Yine de, böyle bir senaryo korkutucu olmak zorunda ve 1996 versiyonu bu alanda mükemmel. 1996 serisini genel olarak beğenmekle birlikte, onuncu bölüm benim favorimdi. Sıradan bir perili ev temasıyla başlamasına rağmen, olaylar apayrı bir seviyeye yükseliyor, spoiler vermek istemediğim bir şekilde dramatik bir hâle geliyor.

2007 serisi, serideki en büyük stilistik dönüşüme tanıklık ediyor. 2007 serisi, serideki en büyük stilistik dönüşüme tanıklık etti. Eski arkaplan karakterleri yinelenen rolleriyle geri dönerek Kitarō’nun ormanını samimi bir yokai topluluğuna dönüştürüyor. Böylece sevimli ve komik etkileşimler en az gizemler ve dövüşler kadar olağan hâle gelerek hikayenin dinamiğini değiştiriyor. Ayrıca Kitarō’nun artık elektrik saldırıları, bir ruh silahı ve hâlihazırda var olan eşyalarının yeni farklı yetenekleri olduğu için savaşların yapısı da değişiyor. Serinin ruhunu kaybettiğini ve jenerik bir shounen aksiyon serisine dönüştüğünü düşündüğüm için ilk başta bu değişikliklere karşıydım. Neyse ki yanılmışım ve 2007 serisi markaya getirdiği pek çok olumlu özelliğe fazlasıyla sahip. Hâlâ uçmalı kaçmalı dövüşlerin seriye yakışmadığını düşünüyorum ama bunca yıldan sonra yeni şeyler denemelerinin gerekliliğini anlayabiliyorum.

Ana karakterler

2007’nin seriye özgün katkılarına verilebilecek örneklerden biri, Kitaro’nun babasının kendisini boyundan ve oğluna olan muhtaçlığından dolayı yetersiz hissettiği on beşinci bölümdür. Oğluna bir bisiklet alabilmek için gizlice yarı zamanlı işlerde çalışarak izleyiciye yürek ısıtan ve güldüren bir öykü sunuyor. Ayrıca “şeytanla anlaşma” bölümlerinden de keyif aldım. Örneğin on birinci Bölüm, başarısız iki komedyenin popüler olma karşılığında ruhlarını bir tilki yokai’ye sunmalarını anlatıyor. Başta kelime oyunları yapıp baba şakaları yapıyorlar ve sadece bir hayranları bulunuyor. (Onun da kim olduğunu tahmin edebilirsiniz.) Anlaşmadan sonra hâlâ kelime oyunları yapıp baba şakaları yapıyorlar ama herkes onları seviyor. Bu yüzden bu içi boş zaferin tatminini asla yaşayamıyorlar.

Nekomusume

97 bölümden oluşan 2018 dizisi, serinin 50. yıldönümüne muhteşem bir övgü niteliğinde ve en iyi özelliklerini bünyesinde barındırıyor. Ders verici ve dramatik anlatıları sevenler, serinin daha derin ve duygusal tonunu takdir edeceklerdir. Dizinin korku unsurları olağanüstü prodüksiyon kalitesiyle daha da zenginleşiyor. Son olarak, hikâye seri içerisinde arklara yayılıyor. Tabii ki, bu sonuncusu benim için bir eksi, ama bu uzunlukta bir animede her şey için yeterince yer mevcut. İlk bölümü olan Vampir Ağacı bölümünden itibaren 2018’deki farklılıkları fark edebiliyorsunuz. Öncülleriyle karşılaştırıldığında, 1968 ve 2007 serilerindeki aynı bölüm her ikisinde de daha basitti, ancak ben 1968 versiyonunu ürpertici dönüşümler ve gizem unsurları için tercih ediyorum. Karşılaştırmak gerekirse, 2007 bölümü mizahi bir şekilde ilerlerken bir anda ortaya çıkan kötü bir yōkai ile savaşmaya dönüşmüştü. Öte yandan 2018, sosyal medya kullanımından kaynaklanan olumsuz duygularla beslenen devasa bir ağacı işliyor. 2018’den bir başka iyi örnek de, 1968 serisinin yedinci ve 2007 serisinin dokuzuncu bölümlerinde tasvir edilen Hayalet Tren bölümüdür diyebilirim. Birkaç serseri Kitarō’nun intikamcı yönünü ortaya çıkarır ve Kitarō da onları lanetli bir trene binmeleri için oyuna getirerek onlara bir ders verir. 2007 girişi, tarif ettiğim kadar sade olduğu göz önüne alındığında en zayıf olanıydı. Ancak, 1968 versiyonu en sevdiğim bölümlerden biriydi. Burada, Nezumiotoko ve Kitarō kendi perili evlerini açarak insanların perili evler üzerindeki tekeline son vermeye karar verirler. Teoride, gerçek canavarlar daha korkutucu olmalıdır, ancak işler planlandığı gibi gitmez ve Kitarō’nun müdahale etmesine neden olur. 1968 ve 2007 serilerinde bu bölümün mizahi yanı ağır basarken 2018, gizemli, psikolojik ve ürkütücü unsurlar ekleyerek bunu yeni bir seviyeye yükseltmiştir.

Kitarō’nun çoğu insanın ilgi alanına girmediğini biliyorum. Sonuçta, bu kadar büyük bir franchise sebepsiz yere radarın dışında kalmaz. Yine de sizi denemeye ikna ettiysem, bana dönüş yapın ve ne düşündüğünüzü söyleyin. Umuyorum ki, kültürel hazine kapsamında olmasına rağmen Japonya dışında pek bilinmeyen bu animeye ışık tutabilmiş ve sadece bir bölüm bile olsa insanların izlemesini sağlayabilmişimdir.

Ge… Ge… Ge Ge Ge no Ge…

Otajournal 三十一

Otuz birinci journal girimden herkese merhabalar. Otuz bir. Komik sayı. Nedenini bilmiyorum.

Yıllık iznimin son günündeyim. Yıllık izin dediysem de öyle yirmi otuz günlük bir tatildeydim şeklinde anlaşılmasın, sadece bir buçuk hafta uzunluğundaydı. “Tatil” olup olmadığı dahi şüpheliydi, zira bu bir buçuk haftalık süre zarfında sadece bir kez sinemaya gitmek dışında ne bir yerlere seyahat ettim, ne de bir etkinlik içerisinde bulundum. Aslında 12-13 Ağustos tarihleri arasında düzenlenmiş Comiket 102‘ye gidip birkaç seksi cosplayer stand görsem olurmuş, ancak unuttum.

Staj ve öğrencilik gibi uzun süreli de olsa nihayetinde geçici olan ıvır zıvırı bir kenara bırakırsak, Japonya’ya temelli olarak yerleşeli dört yıldan fazla oldu. Dört yıldır her sene Comiket’e gitmeye niyetlenip, her seferinde unutuyorum. Kaçırdığım yedinci veya sekizinci Comiket oldu bu. Ancak Eylül ayında Tokyo Game Show‘a gitme konusunda kararlıyım, hâlâ bilet almadım ancak alarm kurdum. Bu sefer unutmayacağım. Umarım.

Yukarıda sinemaya gittiğimden bahsetmiştim. Japon tankie duayen yönetmen Miyazaki Hayao‘nun altıncı son filmi olan Kimitachi wa Dō Ikiru ka‘ya gittim. Filmin kendisinden ziyade PR çalışması oldukça enteresan. Film hakkında ne bir fragman yayınladılar, ne de son derece müphem olan tek posteri dışında herhangi bir görsel servis edildi. Anlaşılan o ki kulaktan kulağa yayılarak popüler olması planlanmış. Bir de bu filmin, Miyazaki emekliye ayrılmadan önce çekeceği son film olacağı ifadesi var tabii, ancak bu beni sadece güldürdü. Anime alemine yeni girmiş olanlar pek bilmez ama Miyazaki dedemiz 1997 yılında çektiği Mononoke-hime‘den beri her yönettiği film için bu ifadeyi kullanıyor. Kendisi 26 yıl önce yılında Mononoke-hime için “bu çekeceğim son film” dedikten sonra beş uzun metraj film daha yönetmiş. Yönettiği kısa filmleri ve yazarlık yaptığı filmleri de hesaba katarsak on dört film ediyor. Hobi olarak son filmini çekiyor kendisi düzensiz aralıklarla.

Filmin kendisine gelince, hakkında her şey sır gibi gizlendiği hâlde oturup incelemesini yazmak ne kadar etik olur bilemiyorum. O yüzden bunu yapmaya pek niyetim yok. Ancak bu filmi tek kelimeyle özetlemem gerekseydi, seçeceğim kelime muhtemelen “odaksız” olurdu. Belirli bir konuya fokuslanmadan, bir oraya bir buraya çekip götürmesi, bir yerden sonra benim filmi takip etmemi bir nebze zorlaştırdı. Howl no Ugoku Shiro için de uzun yıllardır bu şekilde düşünüyordum, ancak bu film tüm düşüncemi değiştirdi. Belki benim filme uykulu/uykusuz gitmiş olmamın da bunda rolü vardır diyeceğim ama, yok. Yine de tipik bir Ghibli filmi olarak gerek animasyonlar, gerek çizimler on numara beş yıldır. Tam bir görsel şölen. Her Miyazaki filmi gibi hardcore bir manzara pornosu. İyi anlamda.

Şu sıralar oynadığım bir Japon oyunu yok. Onun yerine Baldur’s Gate 3‘ü oynayıp bitirdim. Oyun hakkında benim yapacağım ve yapabileceğim her şeyi geçenlerde yakın arkadaşım loykad yazdı, açın okuyun. Altına imzamı, kaşemi, mührümü, her şeyi iliştiriyorum.

Onun dışında, üç ay sonra uzun adıyla Ryū ga Gotoku 7 Gaiden: Na wo Keshita Otoko, kısa adıyla Yakuza 7.5, İngilizce adıyla Like a Dragon Gaiden çıkıyor. En sevdiğim oyun serilerinin başında gelen RGG’ye ait ilginç bir yan oyun olacak. Yıllar içerisinde RGG’nin spin-off diye de tabir edebileceğimiz pek çok yan oyunu çıktı. Kiryu’nun büyük dedesi Miyamoto Musashi ve saz arkadaşlarının anlatıldığı Kenzan olsun, Sakamoto Ryoma’nın Shinsengumi’ye katıldığı Ishin olsun, Kamurochō’nun zombi istilasına uğradığı Ryū ga Gotoku OF THE END olsun, yakuzalardan uzaklaşıp bir sokak serserisinin ana karakter koltuğuna oturduğu Kurohyō ikilemesi olsun, yüksek bütçeli Gyakuten Saiban da denebilecek Judge Eyes ve Lost Judgment olsun… Ancak ilk defa canon bir yan oyunda Kiryu’nın hikâyesi devam ettiriliyor ve ben bu yüzden bu oyuna spin-off denmesine bile pek hoş bakamıyorum. Bakalım. Az kaldı.

Aa yazı bitmiş.

[İnceleme] Atelier Rorona ~The Alchemist of Arland~

Bir JRPG oyunu senaryosu hayal edin. Tamam mı? Heh, şimdi o senaryodan seçilmiş kişi olan ana karakteri, her biri farklı güçlere sahip parti üyelerini, çıkılan uzun ve macera dolu yolculuğu, epik düşmanlarla yapılan savaşları ve nihai olarak dünyayı kurtarmayı tamamen çıkartıp çöpe atın. Bunların yerine kendi yağında kavrulan ufak bir atölye, üç beş kuruş için yapılan ayak işleri, önemsiz karakterlerin yaşadığı sıradan günlük olaylar ve sevimli şeyler yapan sevimli kızlar ekleyin. Atelier Rorona‘ya hoş geldiniz.

私には、守りたい場所がある

Okumaya devam et

Modern Fire Emblem Külliyatı Üzerine

Uzun zamandır hakkında yazmak istediğim, çok sevdiğim bazı niş oyun serileri var. Gerek zamanım, gerek enerjim olmadığı için hepsini erteliyorum. Yakuza, Neptunia, Shin Megami Tensei, Disgaea, Atelier… (Sanırım “Shin Megami Tensei ve Yakuza niş mi yahu???” dediğinizi duyar gibiyim. Eh, bu blog açıldığında öylelerdi; Persona 5’in çıkması ve Yakuza’nın PC’ye gelmesi sağ olsun, sanırım artık değiller.) Bu seriler arasından sadece Neptunia’dan altı yıl önce yazdığım bir Otajournal’da üstünkörü bahsetme fırsatı bulabildim. Ancak bu yazıya konu etmek istediğim oyun, başlıktan da anlayabileceğiniz üzere yukarıdakilerin hiçbiri değil; ismi bile sübyancıları Super Smash Bros. oyuncularını tetiklemeye yeten, ilk oyunun batı sürümü Japon sürümünden otuz sene sonra çıkmış olan ve bu ay sonunda Three Hopes adlı yeni yan oyunu çıkacak olan Intelligent Systems‘ın taktiksel RPG serisi Fire Emblem.

Okumaya devam et

Otajournal 三十

Bir önceki kısa “dönüş” yazımın yirmi dokuz numaralı yazı olduğunu fark etmemiştim. İlk Otajournal‘ı yazmamın üzerinden on yılın üzerinde bir zaman geçmiş. 2011 yılından beri hayatımda pek çok şey değişti. Bu değişikliklerin çoğu iyi anlamda olduğu için “good old days” klişesine asla girmek istemiyorum. Bazı şeyler ise özünde değişmeyip sadece şekil değiştirdi. Örneğin o zamanlar Türkiye’de yaşayıp İngilizce JRPG’ler oynayarak anime torrentlayan ve Japon sevgili hayali kurarak JAV izleyen 17 yaşında bir weeb iken, şu anda Japonya’da yaşayıp Japonca JRPG’ler oynayarak Tsutaya’dan anime kiralayan ve Japon sevgilisi olup JAV izleyen 28 yaşında bir weebim. 

Weeb. Weeaboo. Wapanese…

Ben. (temsili)

O zamanlar inanılmaz sinir olduğum bir terimdi. 4chan gibi ortamlarda weeaboolarla dalga geçer, sırf anime izliyoruz diye bize weeaboo diyenlerle kavga ederdik. Sonrasında yıllar geçtikçe bu terim anime, JRPG vesaire seven tayfa tarafından kendilerini betimlerken ironik olarak kullanıla kullanıla oturdu ve sanırım ofansif anlamını tamamen kaybetti. Birine en son ne zaman ironik olmadan weeb dediğimi inanın hatırlamıyorum. Ne günlerdi be. Resmen Stormcloaklar gibi olduk. The Elder Scrolls lore’una hâkim olanlar bilir; “Stormcloaks” terimi de Ulfric Stormcloak’un davasını küçümsemek için kullanılmasına rağmen destekçileri kendilerine Ulfric Stormcloak’un adının verilmesini memnuniyetle kabul edip benimsemişlerdi. (Bu arada yaşasın Empire.)

Bahis Skyrim’den açılmışken, bu oyuna minnettar olduğumu belirtmek istiyorum. Skyrim modlama cehenneminin en dip noktasına düşmüş bir insan olarak, ne zaman bir batı oyununu eleştirmek için ağzımı açsam dört bir yandan gelen “Japon oyunu olsaydı beğenirdin :d” tadındaki siz deyin ad hominem, ben diyeyim straw man kokan ithamlara cevap verirken kendimi yormak yerine, Steam’deki Skyrim oynanış süremin ekran görüntüsünü atmam yeterli oluyor. Zira en sevdiğim oyun olan ve bu statüsünü bin yıl sonra dahi kaybetmeyecek olan, Xbox One hariç çıkmış olduğu bütün platformlarda satın aldığım ve defalarca bitirdiğim Ōkami‘ye bile hayatımdan bu kadar zaman verdiğimi düşünmüyorum.

One Punch Deity

Şimdi düşününce, Ōkami’ye altı farklı platformda yedi kez para verdim. (PlayStation 2 sürümünün bir Avrupa bir de Japon olmak üzere iki farklı kopyasına sahibim.) Buna gerek var mıydı? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum, çünkü bu hareketimin justify edebileceğim bir tabanı yok. “Param yapımcıya gidiyor, desteklemiş oluyorum!” dahi diyemeyeceğim. Oyunun yapımcısı olan Clover Studio 2007 yılında kapatıldı. Daha doğrusu Capcom tarafından yutuldu. Karışık işler. Yine de Capcom’u seviyorum, bu yüzden paramın onlara gitmesiyle de bir sıkıntım yok. Bir ara Crapcom şeklinde çirkin hitaplarda bulunacağımız kadar kaliteyi düşüren bu firmanın dönüşü muhteşem oldu. Sadece 2021 yılında bile başından kalkamadığım pek çok oyuna imza attılar: The Great Ace Attorney Chronicles, Monster Hunter Rise, Monster Hunter Stories 2 ve seriyi pek sevmesem de yılın en iyi oyunlarından olduğunu yadsıyamayacağım Resident Evil Village.

Resident Evil Village… Uzun boylu hanımefendi sağ olsun, oyunun en fazla %20’lik bir kısmında rol alıyor olmasına rağmen memeleri (hayır, miim olan) sayesinde oyunun çok güzel reklamını yaptı. Kötü de olmadı. Oyun güzel. Ancak Lady Dimitrescu’nun kendisi hakkında çoğunluk ile aynı görüşleri paylaştığımı söyleyemeyeceğim. Ne yapalım, Dan Mitsu hariç milf sevmiyorum. Ayrıca gördüğüm kadarıyla trend olduğu dönemde nedense kimse fark etmemişti ama Lady Dimitrescu’nun esin kaynağının kesinlikle vampir falan değil, Japon şehir efsanelerinden Hasshaku-sama olduğunu düşünüyorum. Şahsen ben de Hasshaku-sama tarafından kovalanmayı Lady Dimitrescu’ya tercih ederdim.

Hasshaku-sama, ballı çöreğim.

Her güzel şeyde olduğu gibi bir yazının daha sonuna geldik. O zaman gideyim de SPY×FAMILY‘nin yeni bölümünü izleyeyim. Siz de izleyin. Öpüldünüz.

Otajournal 二十九

23 Nisan 2019. Yirmiüç Nisan İkibinondokuz.

Image result for otajournal

Şu anda bu satırları, şehir merkezindeki eski ancak güzel manzaralı bir apartmanın altıncı katında bulunan buz gibi dairemde, “hobi odası” olmasını planladığım fakat evdeki hesabın çarşıya uymaması üzerine planlarımın çok ters gitmesiyle “ıvır zıvır odası” hâlini almış yan odadaki ikinci el ahşap çalışma masamda duran, aşırı pahalı güçlü yeni dizüstü bilgisayarımın dahili mekanik klavyesinde tuşladığım ve üzerinden tam iki yıl on bir ay üç gün geçmiş olan bu tarih de ne ola ki?

Aslında, pek çok şey. Blogu son güncellediğim tarih. Japonya’ya kalıcı olarak yerleştiğim tarih. Kız arkadaşımla çıkmaya başladığımız tarih. Myanmar’daki Hpakant yeşim madeninin çöktüğü tarih. TBMM’nin açılışının doksan dokuzuncu yıl dönümü. Örnekler çoğaltılabilir. Ancak ben özellikle ilk örnek üzerinde durmak istiyorum.

Blogu salma sebebim, düzenli olarak yazamayacak olmamdı. Bir dizüstü bilgisayarım yoktu. Evet, akıllı telefon sahibiydim ancak kim akıllı telefon üzerinden düzenli olarak blog yazar ki? (2000’li yılların başında yaşamış gara-kei telefonlu çılgın Japonları tenzih ediyorum.) Eh, artık bir bahanem kalmadı. Velhasıl, bu yazıyla birlikte blogu diriltmeye karar verdim. Tabii diriltmek dediysem de her gün yeni bir yazı yazacağımı düşünmeyin. Muhtemelen haftada bir dahi olmaz. Ayda bir yazarsam öpüp başınıza koyun.

Şaka bir yana, blog yazmayı özlemişim. “Dönüş” yazımı da kısa bir Otajournal’a ayırmak istedim. Bu sayılmaz, yine bekleriz.

Takipte kalın.

Otajournal 二十八

Güneşin doğduğu ülkeden güneşin battığı ülkeye yeniden selamlar.

Image result for otajournal

Girişten de anlayabileceğiniz üzere Japonya’ya geri dönmüş bulunuyorum. Benim için uzun ve sancılı bir süreç oldu ama sonunda temelli olarak döndüm. (Aslında şu an hile yapıyorum, zira bu satırları şu anda Çanakkale’deki evimden yazıyor olmama rağmen, siz burayı okurken Tokyo’da olacağım. Yazıyı yazdıktan sonra hemen yayınlamak yerine, -herhangi bir rötar durumu yaşanmazsa- uçağım tam Japonya’ya indiği saat ve dakikada blogda yayınlanacak şekilde ayarladım.)

Bir önceki Otajournal‘da “Japonya aşkımı” uzun uzun anlattığım için bu bölümde ne yazacağım konusunda kararsız olmakla birlikte, benim için böylesine tarihi bir anı boş geçmek de istemediğim için, birkaç satır da olsa bir şeyler karalamak istedim. Ben de Japonya’ya geri dönüş sürecimi anlatayım dedim.

Önceki bölümde kelimesi kelimesine şöyle bir ifade kullanmıştım:

“(…) Herhangi bir terslik olmadığı sürece en iyi ihtimalle yaz ortası/sonu, en kötü ihtimalle de güz başı/ortası gibi Japonya’ya döneceğim.

Eh, o yazı ile bu yazının yayınlanma tarihleri arasında bir yıldan fazla bir süre olmasından da tahmin edebileceğiniz gibi, evdeki hesap çarşıya uymadı ve yaz geldiğinde de, güz geldiğinde de güneşin doğduğu ülkeye dönemedim. Dönüşümü fazlasıyla sekteye uğratan talihsizliklerimi buraya teferruatıyla yazarak özel hayatımı paylaşmak gibi bir niyetim yok. Ancak en azından şunu bilmenizi isterim ki, başıma gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. Yapım gereği az çok garantici bir insan olduğum için, 2017 sonunda araştırma programım bitip Türkiye’ye geldiğimde, Japonya’ya geri dönmemi garantiye alacak A, B ve C planlarım mevcuttu. Bunların üçü de sırayla suya düştü. Birinci planım, güvendiğim bir insanın bana yan çizmesiyle, ikinci planım beklenmedik ailevi sebeplerle, üçüncü planım ise tamamen benim beceriksizliğim yüzünden elimden uçtu gitti. Ben de artık vatanım olarak gördüğüm bu ülkeye dönebilmek için kitaptaki en eski yönteme başvurdum: sıfırdan bir iş aramak.

Eğer benim gibi Japonoloji mezunuysanız, akademik seviyede belgeleyebileceğiniz tek vasfınız Japonca eğitiminiz ve bilginizdir. Bu da, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede özellikle Japon şirketlerinde işe girerken son derece işinize yarayacak bir vasıf olmakla birlikte, bu dili 127 milyon insanın hâlihazırda anadil olarak konuştuğu bir ülkede tek başına pek bir şey ifade etmez. Bu da sizi -eğer Japonya’da sizi torpille işe alacak tanıdığınız şirket başkanı bir arkadaşınız yoksa- şu üç alternatiften birini seçmeye yönlendirir:

  1. Tokyo’nun Sumida semtinde yer alan şirketinizin sekizinci katındaki Skytree manzaralı ofisinizde dolgun sayılabilecek bir maaşla çalışan bir salaryman olma hayalinizden vazgeçeceksiniz ve Tokyo’ya yedi yüz kilometre uzaklıkta olan Tottori vilayetinin 3 bin nüfuslu Kōfu kasabasında bulunan bir kaplıca otelinde, çok da iyi sayılmayacak bir maaş karşılığında yeri geldiğinde günde on saat boyunca yatak düzeltecek, oda servisi yapacak, müşteri karşılayacak bir taşeron işçi sıfatıyla çalışmaya razı olacaksınız.
  2. Bir süredir birlikte olduğunuz Japon sevgilinizle* evleneceksiniz ve karşılığında aldığınız evlilik vizesi aracılığıyla elde ettiğiniz haklar sayesinde, Japon vatandaşlarının çalışmaya tenezzül etmediği; normal çalışma veya öğrenci vizesi sahibi yabancıların ise çalışmalarının yasak olduğu için eleman sıkıntısı çeken işletmelerden birinde yarım zamanlı bir işe gireceksiniz ve hayatınızı belirsiz bir süre boyunca prekarya sınıfına mensup olarak idame ettireceksiniz. (*: Sırf vize almak uğruna Japon bir arkadaşınız ile anlaşarak formalite evliliği yapmak veya yeni tanıştığınız bir Japon vatandaşını kandırarak evlenmek gibi planlarınız varsa hiç umutlanmayın. Bir akıllı siz değilsiniz. Zira Japonya göçmen bürosu evlilik vizesini pilav dağıtır gibi dağıtmıyor; geçmişinizi çatır çatır araştırıyor ve vize görüşmesinde müstakbel eşiniz ile sizi çapraz sorgulamaya sokuyor. Bu yüzden evleneceğiniz kişinin gerçek sevgiliniz olması şart.)
  3. Japonca dışındaki vasıflarınızı (diğer yabancı diller, programlama dilleri, mezun olduğunuz başka üniversiteler, geçmiş iş tecrübeleriniz vb.) belge ve sertifikalar ile somutlaştırarak CV’nize ekledikten sonra hayatınızın odağını tamamen iş aramaya çevireceksiniz. Yeri gelecek günde altı yedi saat boyunca adeta mesai yaparmışcasına sizin özellik ve yeterliliklerinize sahip eleman arayan şirketleri araştıracak, bunlara tek tek mail yollayacak, şanslıysanız mülakatlarına girecek, defalarca reddedilecek ve aylarca sürecek bu angaryadan sonra -kesinlikle şansın da yardımıyla- bir işe kapak atacaksınız.

Ben üç numaralı opsiyondan ilerledim ve Haziran’da mezun olmamla başlayan dokuz aylık inanılmaz umutsuz bir iş arama süreci sonucunda amacıma ulaşarak gayet iyi bir şirketle anlaşma yaptım. Aslında bunun dokuz aya uzaması biraz da benim suçumdu. Beni bilenler bilir, saplantı seviyesinde Tokyo takıntısı olan bir insan olduğum için çalışacağım yerin de kesinlikle Tokyo’da olması, en kötü ihtimalle Greater Tokyo Area denen ve Tokyo’ya maksimum bir buçuk – iki saat uzaklıkta olan komşu vilayetlerden birinde bulunması gerekiyordu. İş aramaya da bu düsturla başladım ve Tokyo dışındaki şehirlerden gelen pek çok iş teklifini kendi elimle geri çevirdim. Amacı “en kısa sürede Japonya’ya dönmek” olan biri olarak bu yaptığımın saçmalık olduğunu fark ettiğimde ise aylar geçmişti ve artık geri dönemezdim. Bu yüzden mevcut işimi bulana kadar depresif bir şekilde olsa da Tokyo hedefiyle iş aramaya devam ettim. İyi ki de etmişim. Mart ortalarında bulduğum bir şirkete kabul edildim. Nisan’ın başından beri uğraştığım vize işlemlerim pürüzsüz bir şekilde ilerledi ve bana iki yüz yıl gibi gelen iki yıllık bir aradan sonra şu anda (en azından siz bu yazıyı okurken) Japonya’dayım.

Evimdeyim.

Japonya’nın Türk İşçi Yasağını Kaldırması Hakkında

Haberleri takip ediyorsanız birkaç ay önce illa görmüşsünüzdür, Japonya’da Nisan ayında yürürlüğe girmiş olan yeni bir yasa kapsamında, ülkedeki bazı belirli sektörlerde yüz binlerce geçici işçi alınması gündemdeydi. Ancak bu işçilere verilecek çalışma vizesine başvurma hakkı olan ülkeler arasında Türkiye ve İran kara listedeydi. 1 Nisan günü, Türkiye bu listeden çıkarılmış. Peki bu ne demek? Şu demek: Japonya’nın kısa vadede kendi topuğuna; uzun vadede Japonya’daki düzgün Türklerin imajının topuğuna sıkması.

Öncelikle dilimin döndüğü kadarıyla bu yeni vizeyle olacak işçi alımının kapsamından bahsedeyim. Japonya sizin de bildiğiniz gibi aşırı yaşlı bir nüfusa sahip olması sebebiyle özellikle yaşlı bakım sektöründe çalışacak eleman kıtlığı çekmekte. Onun dışında inşaat, tarım gibi fiziksel kuvvet gerektiren alanlarda da işçiler lâzım çünkü genç nüfus az ve onlar da eğitim seviyesi yüksekliğinden bu tarz işlere burun kıvırıyor. Bu yüzden bu yeni vize kapsamında amiyane tabirle sadece vasıfsız, eğitimsiz kişiler taşrada çalışmak üzere işe alınacak. “Hele bu vizeyle ülkeye bir kapak atayım da, sonra Tokyo gecelerine akarız” falan da yok, adamlar keriz değil. Büyük şehirlere gitmeyecek, ailesini yanında getirmeyecek ve iş bittikten sonra ülkelerine geri dönecek elemanlar arıyorlar özellikle. Okumuş etmiş adamla işleri yok çünkü onların da bu işlerde uzun süreli kalıcı olmayacağını biliyorlar. Hâlihazırda Türkiye’den okumuş, tahsilli, vasıflı insanlar Japonya’ya kendi mesleğini yapmaya gidebilip zaten çalışma vizesi alabiliyorlar. Bu hiçbir zaman yasaklanmadı ve Türkiye’nin ağlayıp zırlayarak kaldırttı bu “Japonya Türk işçi almayacak” yasağı kapsamına bu eğitimli insanlar dahil değildi.

Related imageŞimdi ise bahsettiğim vasıfsız işçi kalıbına uyan zevatı da alacaklar. Gidecek işçi açısından bakarsak, dilini ve kültürünü bilmediği çok uzak bir ülkeye gidecek. Avrupa’ya gitmek gibi bir şey değil bu. (Ki bizimkilerin Avrupa’ya bile entegre olmakta ne kadar zorlandığını biliyorsunuz.) Her şey farklı. Toplum yapısı, yaşam şekli, yemek alışkanlıkları, insan ilişkileri, iş ahlakı, gelenek görenekler…  Bu yüzden zaten işçi alımı yapılacak olan ülkelerin (Vietnam, Filipinler, Kamboçya, Çin, Endonezya, Tayland, Myanmar, Nepal ve Moğolistan) ortak özelliği, Asya-Pasifik coğrafyasında bulunan ülkeler olmasıydı. Daha yakın milletlerden, Japon toplumuna daha çabuk entegre olacak, adaptasyon sürecini daha pürüzsüz atlatacak ve hatta hâlihazırda yıllardır Japonya’da azımsanmayacak rakamlarda iş gücüne sahip ülkelerden almaya karar vermişlerdi. Çok normal değil mi?

Japonya’ya görece en yakın kültürden olan Çinliler ve Koreliler bile Japonya’ya yerleştiklerinde muazzam bir kültür şoku yaşarken, Türklerin (üstelik eğitimsiz kesimin) uyum sağlamasını beklemek en kibar tabirle pollyannacılık olur. Türkiye, -siz kabul etmek isteseniz de istemeseniz de- özelde Japon genelde Asya kültürüyle uzaktan yakından alakası olmayan bir Orta Doğu ülkesidir. Bu açıdan bakınca, Japonların Türkiye’den işçi alımı yapmak istememesi şaşırılacak bir durum değildi. Dünya üzerinde Türkiye’den başka Orta Doğululara kucak açan bir ülke var mı ki? Ha “hümanizm” adına bunu yapan Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri var, onların da şu anki durumunu da görüyoruz, her ay ayrı bir terör ya da tecavüz haberi çıkıyor. (Gerçi onlar da yavaş yavaş akıllanmaya başladı, sağ partiler yükselişte ve artık kılı kırk yarıyorlar mülteci/göçmen almamak için.) Velhasıl gidenler uyum sağlayamayacak, üstüne bu uyumsuzluğun içerisinde de çok büyük olmayan meblağlarda bir ücretle çalışacak (belki biriktirir ve iş sonunda Türkiye’ye birikimini getirirse o ayrı) ve yaşadığı uyumsuzluğu buradaki topluma da yansıtacağı için -bilinçli veya bilinçsiz- Japon toplumunda da huzursuzluğa yol açacak. Daha 4-5 yıl önceki genel seçimlerde Tokyo’daki Türkiye konsolosluğu önünde çıkan Türk-Kürt kavgasını hatırlayalım, ve tamamen bu kavga sebebiyle geçen yaz aynı yerde gerçekleştirilen referandum gününde, Japonya’da kolay kolay göremeyeceğiniz güvenlik önlemleriyle oy kullanmaya gittiğimizi. Japonya’daki Türk imajı budur yani. İçeriden bildiriyorum.

Japonya’ya girişlerde arama tarama vesaire yaparak dikkatli davranılsa da bildiğim kadarıyla henüz ülkeden çıkışların kontrolüyle ilgili bir katı yaptırımları yok. Giren çok rahat kaçak kalabiliyor, herif üç aylık turist vizesiyle bir giriyor ülkeye bir daha çıkmıyor; üstüne ailesini de getiriyor falan filan. Düşünün yaratacağı kaosu. bunu zaten yapıyorlar, bir de bu vize üzerine daha da beter bir hâl alacak; uluslararası ilişkiler ve Japonya’daki Türk imajı iyiye gitmektense kötüye gidecek. Şu an üç aya kadar vizesiz turistik gidilebiliyorken o kolaylık de kalkacak (ki onun da kalkması lâzım bence), belki bu imaj yüzünden normal çalışma vizesiyle gelmeyi planlayan nitelikli elemanlara bile çalışma vizesi çıkartılırken daha da zorluk çıkacak. Olumsuzluklar saymakla bitmiyor, olumlu tek bir sonuç aklıma gelmiyor.

Evet, Japonya iş gücü yetersizliklerinden dolayı belki işçi almak zorunda ama kültürel, coğrafi ve nispeten toplumsal olarak kendisine yakın diğer Asya ülkeleriyle bile çeşitli sorunlar yaşarken taa Orta Doğu ülkesine kadar uzanması bence büyük bir hatadır. Lâkin madem bu hatayı yaptı, yukarıda saydığım kaçınılmaz sorunların az da olsa önüne geçebilmek için Japonya’nın en eli yüzü düzgün işçi adaylarını seçmesi gerekiyor. bunun için de japon bir vize memurunun, önüne gelen işçi adayı listesinden Filipinli, Çinli, Vietnamlı seçerken otuz dakika düşünüyorsa, Türk seçerken bir saat düşünmesi gerekecek. Zira sınır dışı etme durumlarında Türkiye Cumhuriyeti, sebebini bilmediğim sebeplerden dolayı işbirliği yapmıyor. Yani Japonya’ya giden bir adam suç işledikten sonra ülke bunu sınır dışı etmeye kalkıyor, Türkiye suçluyu almıyor. Bildiğin kendi vatandaşı için “kabul etmem, gelmesin” diyor. Herif de Japonya’ya külfet oluyor. En başta Türkiye (ve İran’ın) bu yeni vizeye dahil olmayan ülkeler olarak kabul edilmesi de bu sınır dışı reddi mevzusu yüzündendi zaten.

Kızacaksınız ama ben bu yasağın yanındaydım. İstiyordum ki doğup büyüdüğüm ülkeyi artık dışarıda artık dönerciler, ameleler, kaçaklar ve benzeri kriminal tipler yerine; akademisyenler, mühendisler, bilim insanları ve benzeri nitelik sahibi olanlar temsil etsin. Sanıyor musunuz ki 2015 seçimlerinde konsolosluk önünde birbirlerine döner bıçaklarıyla giren, araya girmeye çalışan Japon polisini alaşağı eden, polis aracına zarar veren bu zevat arasında nitelikli, vasıflı, kalifiye insanlar vardı?

Yazık oldu.

Dororo ― Bölüm 2

İlk bölümü yorumladığımda aslında ikinci bölüm çoktan çıkmıştı ama bir yazıya iki bölüm sıkıştırmak istemediğim için sadece ilk bölüm hakkında yazmıştım. Şimdi de yarın üçüncü bölüm yayınlanacak olmasına rağmen ikinci bölüm yazısını anca kaleme alabiliyorum. Geç olsun güç olmasın.

İkinci bölüm, ilk bölümde bebek Hyakkimaru‘yu nehre bırakan yaşlı dadıyı öldüren yaratığı kolaylıkla kesen “kötü adam tipli” kör rahiple açılıyor. Rahip ormanda tek başına ilerlerken, elinde küçük bir çanla gezen aşırı büyük kafalı insansı bir yaratık rahibin önünde duruyor ve çanı çınlatarak birkaç kez “İster misin?” diye soruyor. Bizler “şimdi bunu da kesecek” diye düşünürken, rahip yaratığa gülümseyerek bakıyor ve hemen ardından mükemmel opening giriyor. (Full sürümü bir an önce çıksa da suyunu çıkarana kadar dinlesek.)

Bu sahnede ne düşüneceğimi tam bilemedim, zaten ilk bölümde kötü bir önyargıyla yaklaştığım kör rahip, hiç de iç açıcı görünmeyen bir yaratıkla takılıyorsa kesinlikle kötü adamdı. Tabii kazın ayağının öyle olmadığını çok geçmeden öğrendik. Opening ile kulaklarımızın pası silindikten sonra anime devam ediyor ve bu sefer kameramız Dororo ile Hyakkimaru’ya dönüyor. Dororo, Hyakkimaru’nun gerçekten de görüp duymadığına inanmadığı için genç adamı bir süre darlıyor, daha sonra birlikte balık tutup kızartıyorlar. Bunlar gerçekten sevimli sahneler. Henüz ikinci bölümün başında olmamıza rağmen karakterler kendini sevdirip önemsettirebilmeyi başardı, bunu kolay kolay her seri yapamaz. (En azından izlediği her animeyi anında sahiplenen 14 yaşında bir weeaboo değilseniz.) Ayrıca burada Hyakkimaru’nun (ve kör rahibin) çevrelerini göremeseler dahi etraftaki varlıkların ruhlarını, iyi mi kötü mü olduklarını sezebildiklerini öğreniyoruz.

Bu sahneden sonra ilk bölümde birkaç saniye gördüğümüz, savaş alanlarında dolaşarak cesetlere protez takan amcayı yine birkaç saniyeliğine görüyoruz ve odak tekrar ikiliye dönüyor. (İleride kendisinin büyük bir rolü olacağı artık kesinleşti diyebiliriz sanırım.) Akşamı kendi çaplarında kurdukları ufak kamp ateşinin dibinde geçirdikten sonra, sabah olduğunda varlıklı bir köye ulaşıyorlar. Yetkili bir abiye benzeyen bir adamın yanına giderek köy halkına musallat olmuş bir yaratık hakkında duyum aldıklarını söylüyorlar ve para karşılığında bu sorunu ortadan kaldırmayı teklif ediyorlar (daha doğrusu Dororo teklif ediyor). Adının Denkichi olduğunu söyleyen yetkili abi anlaşmayı kabul ediyor ve ikiliyi ertesi gün köyün lideriyle buluşturacağını, bu gece iyice dinlenmelerini önererek evinin ahırında misafir ediyor.

Dororo ve Hyakkimaru, bu beş yıldızlı ahırda bir taşra köyünün böylesine zengin olmasının ne kadar ilginç olduğunu tartışırlarken (daha doğrusu Dororo konuşup Hyakkimaru dinlerken) aniden duyulan çan sesiyle mumlar sönüyor, ahırın kapısı açılıyor ve bölümün başında gördüğümüz büyük kafalı yaratık içeri dalıyor. Dororo büyük bir korkuyla Hyakkimaru’nun arkasına saklanıp “Hadi, ne duruyorsun, öldür şunu!” gibisinden laflar ederken, Hyakkimaru yerinden bile kıpırdamadan yaratığı izliyor. İkisi karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra yaratık arkasını dönüp ahırı terk ediyor. Burada köyle musallat olan yaratığın bu olduğunu anlamakla birlikte, bizim ikiliye karşı bir saldırganlık içerisinde bulunmadığı için ters köşe oluyoruz. Şimdi bir antrparantez açarak belirtmek istiyorum; söz konusu büyük başlı yaratık bana Japon halk hikayelerinde yer alan yōkaiların lideri Nurarihyon‘un görsel tasvirini anımsattı. Ancak bu sadece bir benzerlik. Zira Nurarihyon’un kafa şekli ile bu yaratığınki oldukça farklı ve zaten bölümün sonunda bu yaratığın ne ayak olduğunu öğreniyoruz.

Sabah oluyor, Denkichi ahıra gelip bizimkileri uyandırıyor ve ikiliye köy liderinin evine kadar eşlik ediyor. Bu son derece ihtişamlı eve vardıklarında, köy liderinin Bandai isminde oldukça güzel ancak yatalak bir kadın olduğunu görüyoruz. Dororo bu güzel kadını annesine benzetiyor, bu yüzden gözlerini ondan alamıyor. Hyakkimaru ise kadını gördüğü gibi elindeki protezi atıp kılıcını çekiyor ve kadına saldırmak üzere bir hamle yapıyor. Dororo hemen önüne atlayarak onu durduruyor ve ikisi öylece debelenirken Denkichi ve birkaç adam daha odaya dalıp Hyakkimaru ile Dororo’yu yakalayarak bir ambara kilitliyorlar. Güzel kadının tekin bir tip olmadığını hemen anlıyoruz tabii ki.

Burada Dororo, Hyakkimaru’yu “Sen ne yaptığını sanıyorsun!? Bu kadar güzel ve iyi kalpli bir kadına saldırmak da neyin nesi!?” şeklinde haşlarken ambarda ikilimiz dışında bir kişinin daha olduğunu görüyoruz: kör rahip. O da köyü yaratıktan kurtarmak için buraya geldiğini ancak uyurken köylüler tarafından buraya kilitlendiğini söylüyor. Bir süre sonra kör rahip ve Hyakkimaru aynı anda sıradışı bir şey hissediyorlar ve arkalarına döndüklerinde, ambarın köşesindeki çukurdan çıkmaya çalışan bir sürüngenimsi bir yaratık fark ediyorlar. Yaratık daha kendini dışarı atamadan Hyakkimaru’nun tek kılıç darbesiyle büyük bir yara alıp geldiği deliğe geri kaçıyor. Üçlümüz de ambarın dışına açıldığını anladıkları bu çukura girip yaratığın peşinden gidiyor.

Tünelin ucu, Bandai’nin evinin avlusuna açılıyor ve Hyakkimaru bu sefer hiç zaman kaybetmeden kapıyı kırarak içeri dalıyor. Yatağında yatan kadın, üçlüyü gördüğüne hiç şaşırmıyor ve onları sinsi bir gülümsemeyle karşılıyor. Kör rahip, Dororo’ya Bandai’nin ruhunun kan kırmızısı olduğunu, bunun da en kötü ruh rengi olduğunu söylüyor ve kadın da onu yanıltmayarak ambardaki çukurdan içeri sızmaya çalışan yaratığa dönüşüyor. Savaşmaya başladıktan kısa bir süre sonra yaratığın gözlerini kesen Hyakkimaru’nun üstünlük kurması çok kolay olsa da, içeri dalan Denkichi’nin Hyakkimaru’nun üzerine oradaki tülü devirmesi ile yaratık sıvışıp kaçıyor. Hyakkimaru da tülden kurtulup yaratığı kovalamaya koyuluyor.

O sırada Dororo, Denkichi’ye sinirlenerek neden böyle bir şey yapığını olduğunu soruyor, adam “Eğer onun dediklerini yapmasaydık bütün köyü yerdi!” diye cevap verdiğinde “Madem canavarı öldürmek istiyordunuz, ne diye kaçmasına izin veriyorsun?!” diye köşeye sıkıştırıyor. Kör rahip de lafa girip “Öldürmek istediği canavarın Bandai olduğunu sanmıyorum.” dediği zaman biz de izleyiciler olarak biraz olaya uyanmaya başlıyoruz.

Bir sonraki sahnede Hyakkimaru’nun Bandai’yi kovaladığını ve sonunda yakalayıp savaşmaya devam ettiklerini görüyoruz. Kısa bir süre dövüştükten sonra Hyakkimaru, yaratığın suratını kesiyor ve darbenin etkisiyle Bandai tekrar kadın formuna dönüşüp Hyakkimaru’ya, izleyicilerin henüz bilmediği son derece kriptik laf sokmalarla beraber aslında kim olduğunu bildiğini söylüyor. Ancak daha lafını bitirmeden suratının ortasına yediği ikinci bir kılıç darbesiyle işi bitiyor.

Bu kısa sahnede, Bandai’nin Hyakkimaru’ya laf sokarken güzel bir kadından yavaş yavaş Hannya‘ya dönüşmesi detayı gözümden kaçmadı. Japon güzel sanatlarına aşina olan herkes, ismen bilmeseler bile geleneksel tiyatrosunda sıkça rastlanan Hannya maskesini illa bir yerlerde görmüştür. Bu, kıskançlık ve benzeri saplantıları yüzünden zamanla şeytana dönüşen kadınları sembolize eden bir tiplemedir. Animede (en azından bu bölümde) Bandai karakteri hakkında bir arkaplan bilgisi öğrenememiş olsak da, bu ufak detaydan yola çıkarak zaman içerisinde Kishin‘e dönüşmüş saplantılı bir kadın olduğu çıkarımında bulunabiliriz diye düşünüyorum.

Bandai’nin ölümüne şahit olan Denkichi, büyük bir üzüntüyle yere yığılıyor. O sırada bir çan sesi duyuyoruz ve bölüm boyunca ara ara gördüğümüz büyük kafalı yaratığın yanlarına geldiğini görüyoruz. Yaratığı gören Dororo ona doğru koşmaya başlıyor ancak yaratık durduğu yerde tuzla buz oluyor. Büyük kafalının yok olduğu yerin hemen altında beliren parıltılı toprağı elleriyle kazan Dororo, orada yüklü miktarda para buluyor. Artık başka çaresi olmadığını anlayan Denkichi de sonunda ağzındaki baklayı çıkarıyor ve aslında köylerinin eskiden çok fakir olduğunu ama sonra Bandai ile anlaşıp köye gelen gezginleri ona yedirip paralarına el koyarak zamanla zengin olduklarını itiraf ediyor. Büyük kafalı yaratığın da Bandai’ye kurban ettikleri ilk gezginin ruhu olduğunu öğreniyoruz.

Bölümün son sahnesinde, Dororo ile yakınlaşmak isteyen Hyakkimaru, çocuk hâlâ adını bilmediği için kendi ismini kuma yazıyor, kör rahip de el yordamıyla bunu Dororo’ya okuyor. Ardından Hyakkimaru’nun babası Daigo‘nun, emrindeki bir adama “Araştırmanı istediğim bir şey var.” dediğine şahit olduktan sonra, Jigokudō‘da yer alan bir Kishin heykelinin daha ikiye yarıldığını görüyoruz ve ilk bölümün sonunda olduğu gibi Hyakkimaru’nun bir uzvunu daha geri kazandığının işaretçisi olan küçük çaplı kriziyle bölüm sona eriyor.

Yarın üçüncü bölüm yayınlanacak. Önümüzdeki hafta kısa bir süreliğine şehir dışında olacağım için onun yorumlaması muhtemelen biraz gecikecektir. Hadi bakalım.

Dororo ― Bölüm 1

Geçtiğimiz aylarda oTaBlog dokuzuncu yılını doldurdu. Eski okuyucuların -hâlâ takipteler ise- bildiği üzere, üç beş arkadaşla açtığımız başka bir blogda ağırlıklı olarak yazmaktayken, burası kişisel/yan blogum olarak açtığım fakat pek de ilgilenmediğim bir ortamdı. (Hoş, değişen çok bir şey olmadı ya.) Diğer blogdan ayrılıp ağırlığı buraya verince de oradaki konsepti (haber ve duyuru) buraya taşıdım ve bunun sonucunda Otablog asla tam anlamıyla bir “blog” olamadı. Şu saatten sonra bu durumu değiştirir miyim bilmiyorum ama özellikle denemek istediğim bir yazı türü bulunuyor. Bizim lolket gibi anime bloggerlarının sık kullandığı ve yıllardır benim de girişmek isteyip üşengeçlikten dolayı yapamadığım için imrendiğim bir yazı türü. İzledikleri animeyi bölüm bölüm yorumlayıp blogluyorlar. Ben de kısmetse bunu yapmaya karar verdim ve bunun için seçtiğim ilk anime, bu kış sezonu yeni başlamış olan Dororo.

Uyarı: Yazı inceleme değil yorumlama olduğu için azami miktarda spoiler içerecektir, sonra ağlamayın.

Modern manga ve animenin babası olarak bilinen Tezuka Osamu‘nun kaleminden çıkmış bu eser aslında hiç de yeni sayılmaz. Manga olarak 1967 yılında yaratıldıktan sonra pilot filmi 1968 çıkıp, bütçe eksikliği sebebiyle siyah beyaz yayınlanan ilk TV serisi 1969 yılında yayınlanmaya başlamış. (Bir de -asla izlemeyeceğim- bir live action filmi varmış.) İlk TV serisinin üzerinden tam elli yıl geçtikten sonra, mevcut 2019 kış sezonunda ise şıkır şıkır bir remake ile seyirci karşısına çıkmakta.

Animenin yapımcılığını üstlenen stüdyo, Sakamichi no Apollon, Zankyou no Terror, Kakegurui ve Yuri!!! on Ice gibi birbirinden başarılı işlere imza atmış MAPPA olunca bu anime de doğal olarak ilgimi çekmişti, üstüne konusunu okuyup merakım iki kat artınca çok geçmeden başlamaya karar verdim. İyi ki de vermişim. Bu nasıl yapımdır ey Amaterasu!

Muromachi döneminin (1336-1573) ortalarında geçen serinin ilk bölümü, alnında çarpı işareti şeklinde bir yara izi bulunan bir soylunun, evinin avlusunda karısı (veya cariyesi) doğum yaparken sağanak yağmur altında beklediği sahneyle açılıyor. Hemen ardından giren flashback sayesinde bu soylunun, Kaga bölgesinin beylerbeyi Togashi Masachika‘ya bağlı olan ve Ishikawa vilayetini yöneten derebeyi Daigo Kagemitsu olduğunu öğreniyoruz. Yine yağmurlu bir günde tek başına bir Budist tapınağının Jigokudō (Budizmde Naraka olarak bilinen cehennem diyarı) salonuna gelen Daigo, buraya gelme amacını anlayan ve onu caydırmaya çalışan yaşlı rahibi öldürüyor ve salondaki on iki Kishin (şeytan) heykeline sesleniyor. Tebasının hastalık ve kuraklık yüzünden bitap düştüğünü ve bu gidişle arzuladığı otoriteye asla kavuşamayacağını söyleyerek kendisine bu durumu aşacak bir kudret bahşetmeleri karşılığında Kishinlere istedikleri ne olursa olsun vereceğini vaat ediyor. Tam o sırada tapınağa bir yıldırım düşüyor ve Daigo’nun alnında, Kishinlerin teklifi kabul ettikleri manasına gelen çarpı şeklindeki yara izi ortaya çıkıyor.

Yıldırım düştükten sonra başlangıçtaki doğum sahnesine geri dönüyoruz. Flashback ile benzer bir şekilde Daigo’nun evinin çatısına da bir yıldırım düştükten sonra ebelerden birinin doğum odasından dehşetle kaçtığını gören Daigo içeri giriyor ve odada anne ile kucağındaki kundakta oğlunu görüyor. Kadından alıp kundağı açtığı zaman görüyor ki; bebeğin derisi, gözleri, burnu ve başka pek çok uzvu bulunmuyor. Başta duruma şaşırsa da, Kishinlerle yaptığı anlaşmayı hatırlayıp histerik bir kahkaha patlatıyor ve halefi olmak üzere sağlıklı başka bir çocuk yapacağını buyurarak genç annenin bütün ısrarlarına rağmen yeni doğan sakat çocuğu odadaki yaşlı hizmetlisine verip nehre atmasını emrediyor.

Bu sahnedeki önemli bir detay, yıldırım düştükten sonra kafası kopan bebekli Kannon heykelciği. Animede bunu nereye nasıl bağlarlar hiçbir fikrim yok ancak Budizmde merhamet bodisatvı olarak bilinen Kannon’un, hastalıkları iyileştirmek ve acılara çare olmak dışında çocuğu olmayanların da yardımına koştuğuna inanılır. Budizm şeytanları Kishinler yüzünden sakat doğmuş çocuk, Budist bodisatvı Kannon’un başı kopmuş heykelciği ile muhteşem sembolize edilmiş. Ek olarak, Edo döneminde (1603-1868) Hristiyanlık ölümle cezalandırılırken, gizli Hristiyanlar bu bebekli Kannon heykelciklerini Meryem ana heykelciği olarak kullanırlarmış ama bu detayın seride bir yere bağlanacağını hiç sanmıyorum.

Sakat bebeği kucaklayan yaşlı kadın, terk edilmiş bir savaş alanı olduğu etraftaki zırh parçaları ve cesetlerden belli olan bir nehir kenarına geldiğinde, yerdeki bir samuray miğferinin içinden parlayan bir çift kırmızı gözün sessizce kadını izlediğini görüyoruz. Kundağı suya sokup -tahminimce- boğmak üzereyken kendince karşı koymaya çalışan sakat bebeğe acıyor ve ona hayatta kalma şansı tanımak için bir tekneye koyup suya salıyor. Bunu yapar yapmaz da kendisini izleyen samuray miğferinin altından bir yaratık ortaya çıkıyor ve kadını çığlık atmaya dahi fırsat vermeden oracıkta mideye indiriyor. Bu sahnede yaratık çıktıktan sonra kadının ona bakıp sanki olacakları biliyormuş ve kaderine razıymışcasına hiçbir tepki vermemesi bana ilginç gelmişti ama muhtemelen altından bir şey çıkmayacaktır.

Samuray yaratık kadını afiyetle yerken orada bulunan son derece şüpheli görünen kör bir rahip, elindeki biwanın içinden çıkardığı hançerle yaratığı tek hamlede ikiye bölüyor. Bu rahip muhtemelen önemli bir karakter ve ilerleyen bölümlerde tekrar çıkacağı neredeyse kesin. Dış görünüşü “ben kötü adamım” diye bağırıyor ama öyle olduğunu hiç sanmıyorum. Aldanmamak lâzım.

Bir sonraki sahnede timeskip yaşıyoruz ve on altı yıl sonrasına gidiyoruz. Daigo Kagemitsu’nun zenginleştiğini ve topraklarının genişlediğini karizmatik sesli anlatıcı abimizden öğrendikten sonra kendimizi taze bitmiş bir savaşın leş kargaları ve cesetlerle dolu cephesinde buluyoruz. (Ee, Sengoku böyle bir dönem işte.) Savaş alanında gezen bir rahip, ölen savaşçıların ruhları için dua okurken, uzuvları kopmuş ya da deforme olmuş cesetlere protez takan Jukai isminde ünlü bir doktorla karşılaşıyor ve savaşçıların ruhlarını Buddha’nın huzuruna çirkin bir suretle göndertmediği için ona teşekkür ediyor. Jukai muhtemelen sakat bebeği (yani Hyakkimaru‘yu) bulup büyüten ve protezlerini yapan adam, ne yazık ki ilk bölümde hakkında hiçbir şey öğrenemedik.

Bu kısa sahneden sonra, seriye adını veren küçük çocuk Dororo‘yu, şehir meydanında insanlara bir şeyler pazarlarken görüyoruz. Kendisi amacına ulaşamadan haydut tipli kaba saba üç beş adam gelerek müşterileri kaçırıyor ve Dororo’ya kendilerinden çaldıkları malları geri vermesini söylüyorlar. Anladığınız üzere Dororo annesi babası olmayan “yaramaz” bir çocuk. Burada eklemek istiyorum, karaktere sesiyle hayat veren Suzuki Rio henüz 14 yaşında bir acemi olmasına rağmen çok iyi bir iş çıkarmış, Dororo her konuştuğunda yanaklarını mıncıklayasım geliyor.

Dororo bir şekilde bu haydutları kızdırıp onlardan kaçarken, kameramız aynı şehre gelen Hyakkimaru‘ya dönüyor. Yanından geçen bir çocuk tam nehre düşmek üzereyken cool bir şekilde onu kurtararak hiç duraklamadan ve bir şey söylemeden yoluna devam ediyor. Kurtardığı çocuk, annesine Hyakkimaru’nun neden maske taktığını sorduğunda anlıyoruz ki derisi olmadığı için yüzünde insan suretli bir maske var, gözleri sahte ve tüm vücudu benzer protezlerle kaplı. (Mantığım saçının da peruk olduğunu söylüyor ama uçup kaçarken hiç öyle durmuyor.) 

Bölümün en uzun sahnesi de, Dororo’nun bir köprü altına varıp peşindeki haydutlardan kurtulmuş olduğu ve bir sokak köpeğine balık verdiği (daha doğrusu “balık tutmayı” öğrettiği) sevimli bir diyalog ile başlıyor. Derken haydutların lideri olan şişman eleman kadraja giriyor ve köpeği ensesinden yakalayarak eğer mallarını geri vermezse acısını köpekten çıkaracaklarını söyleyip Dororo’yu tehdit etmesi üzerine merhametli çocuk pes ediyor ve dayağı yiyor. Dayak faslı devam ederken haydutlar köprünün tepesindeki Hyakkimaru‘yu fark ediyorlar ve işlerine burnunu sokmamasını söylüyorlar. Ancak Dororo’nun fark ettiği üzere Hyakkimaru aşağıdaki kavgayla değil, nehirde onlara doğru yüzerek gelen bir çöp yığınıyla ilgileniyor.

Haydutlar daha ne olduğunu anlamadan yüzen çöp yığınından birtakım uzuvlar çıkıyor ve adamların hepsini kavrayıp yiyor. Böylece bu çöp yığınının aslında Pokémon’daki Muk ile Garbodor’un yasak aşkının meyvesi misali bir yaratık olduğunu fark ediyoruz. Gözünün önünde çam yarması gibi üç adamın saniyeler içerisinde öğle yemeği olduğunu gören Dororo korkup kaçmaya hamle ediyor ama o da yaratık tarafından yakalanıyor. Tam o anda beyaz atlı protezli prens yardımına koşuyor ve el protezlerini çıkararak kollarına doğrudan bağlı iki kılıç ile mükemmel bir dövüş sahnesinin ardından yaratığı haşat ediyor. Bu sahnenin yakın gelecekte Japon üniversitelerindeki animasyon bölümlerinde en az bir derste örnek olarak izletileceğine bahse girebilirim. Defalarca izledim. Dororo kendisini kurtaran Hyakkimaru’nun dağılan protezlerini yerden toplayıp mutluluk içerisinde ona geri götürüyor ve genç adamı hayranlıkla övmeye başlıyor. Ancak daha çocuk lafını bitiremeden Hyakkimaru küçük çaplı bir kriz geçiriyor, yüzündeki maske düşüyor ve hemen ardından bir kas yığını olan suratında yeni bir yüz derisi oluşmaya başlıyor.

O esnada Hyakkimaru’nun artık yaşlanmış olan babası Daigo’yu görüyoruz, atının üzerinde mal mal dururken bir şimşek çakıyor, bunun üzerine telaşla her şeyin başladığı tapınağa gidiyor ve Kishin heykellerinden birinin ortadan ikiye yarılmış olduğunu görerek şok oluyor. Bu sahneden sonra anlıyoruz ki, Hyakkimaru her bölümde bir boss kesecek ve karşılığında vücudunun bir bölümünü geri kazanacak. (Ki orjinal eserin konusu da bu zaten.) Son olarak bölümün girişindeki avluya dönüyoruz ve Tahōmaru isimli bir gencin, annesiyle olan konuşmasına şahit oluyoruz. Bu anne aynı zamanda Hyakkimaru’nun da annesi olan kadın olduğu için Tahōmaru’nun Hyakkimaru’nun kardeşi olduğunu anlıyoruz. Kişisel fikrime göre ilerleyen bölümlerde karşı karşıya gelip savaşacaklar. (Karakter pek villain gibi görünmese de bana en azından rival tipli geldi, belki Daigo dalavere yaparak kardeşleri birbirine düşürür.) 

İlk bölüm böyleydi. Elli yıllık bu seriyi daha önce hiç duymamıştım ancak daha şimdiden aşık oldum ve abartmıyorum, eğer böyle giderse en sevdiğim ilk beş animeye çok rahat girecek gibi duruyor. Devam bölümlerini şimdiden merakla bekliyorum.