Otajournal 二十四

Üç aylık Otajournal arasından sonra merhaba. (En azından podcast’lerim daha güncel.)

Bu yaz ülkemizde art arda yaşanan apokaliptik olaylar yaşam enerjimi yedi bitirdi. Havaalanı patlamasıydı, darbe girişimiydi, olağanüstü hal durumuydu derken son zamanlarda yararlı bir şey yapacak enerjim ve isteğim kalmadı. Oysa bu yaz için naçizane planlarım bulunuyordu. Hayır, bunlar akranım olan herhangi bir gençten duyabileceğiniz “bu yaz bol bol yeni yerler gezeceğim, kitaplar okuyacağım, yeni bir enstruman çalmayı öğreneceğim” tarzı şeyler değil; şanımıza yakışır bir şekilde geçen Otajournal’da linkini verdiğim Japon tarihi blogumu düzenli bir şekilde güncelleyecek, dağ gibi birikmiş oyun/anime backlogumu tamamlayacak, yeni çıkacak olan Pokémon GO ile çocukluktan beri süregelen işsiz kaldığım günlerde sokağa çıkıp kilometrelerce boş boş yürüme huyumu meşrulaştıracak ve yaz bittiğinde geriye bakmadan mutlu mesut bir şekilde Japonya’ya gidecektim. Olmadı. Olamadı. Yine de hâlâ bitkisel hayata girmediysem, sebebi Japonya Eğitim, Kültür, Bilim, Spor ve Teknoloji Bakanlığı (hepsine tek bakanlık bakıyor gerçekten) Monbukagakusho‘dan beklemekte olduğum mail. Daha önceki Otajournal’larda bundan bahsettim mi anımsayamıyorum fakat podcast’lerimde bol bol bahsetmiştim. YouTube kanalımla alakası olmayan okurlarım için de hadiseye kısaca bir değineyim.

pendaftaran-beasiswa-monbukagakusho-2016-dibuka-BCR

文部科学省

Mart ayında bölümden birkaç arkadaşımla birlikte, Monbukagakusho’nun bir yıllık Nikkensei bursunu alabilmek üzere Japonya Ankara Büyükelçiliği‘nde gerçekleştirilen sınava girdik. Yıllık uygulanan ve sadece Japonca öğrencilerinin girebildiği bu sınava, bizim bölümden ve ülkedeki diğer Japonca bölümlerinden her sene ortalama yirmi ilâ yirmi beş kişi başvuruyor, benim katıldığım sınavda da aşağı yukarı bu sayıdaydık. İki anime izleyip Japonca bildiğini iddia eden tiplerin bile zorlanmadan yapabileceği seviyede sorularla başlayıp sayfaları çevirdikçe doğma büyüme Japonya’da yaşamış bir Japon vatandaşına dahi ter döktürecek hâle gelmiş sorularla bezeli bu Japonca yeterlilik sınavını, girenlerden ben dahil yedi kişi geçtik. Sınavı geçenler sırayla büyükelçilikte çalışan Japonlar tarafından tek tek sözlü mülakata alındılar. Bu mülakat sonucunda uygun görülen öğrenciler, Japon hükümetine burs için önerilecekti, nitekim öyle de oldu ve yedi kişinin yedisi birden önerildi. Önerilenler arasından kimin kabul görüp kimin ret yiyeceğini henüz bilmediğimiz ve Haziran ayına kadar öğrenemeyeceğimiz halde, ben ve önerilen arkadaşlarım kutlamaya başlamıştık bile, zira geçmiş yıllarda Türkiye’den kim önerildiyse kabul edilmişti. Biz de buna güvenerek kabul mesajlarımızın gelmesini üç ay bekleyemeyip çoktan Japonya için yıllık planımızı yapmış, nerelere gidip nasıl eğleneceğimize kadar kararlaştırmıştık.

20090221133525!Mt_Fuji_from_Higashikurume_St01

İlk tercihimin bulunduğu şehir.

Lâkin kazın ayağı bu sefer öyle olmadı. Monbukagakusho bu sene neredeyse soykırım yaparak yedi kişinin altısını eledi ve sadece ben gitmeye hak kazandım. Yalan söylemeyeceğim, “sole survivor” olmama tabii ki aşırı sevindim ama o kadar plan yaptığımız arkadaşlarımın ret yemesi de bir o kadar üzdü. Tek kazanan olmak bir taraflarımı kaldırdı mı emin değilim ama kesin olan tek şey Eylül’den itibaren bir yıl boyunca Japonya’da yaşayacağım ve lisans eğitimi alacağım gerçeği. Şimdilik hangi şehirde ve üniversitede olacağım belli değil. Okulu ve dolayısıyla şehri, sınav için başvururken doldurduğumuz formda -anlaşmalı üniversiteler arasından seçerek- yazıyoruz. En fazla üç tercih yapılabiliyor ve bunlara ek olarak üç tercihin de kabul edilmediği takdirde Japon hükümeti tarafından seçilecek rastgele bir üniversiteyi de kabul ettiğimizi beyan edebileceğimiz bir seçenek de bulunuyor. Ben sırayla Tokyo, Osaka ve Kyoto’yu yazdım. Şahsen Tokyo’ya kabul edileceğimi düşünmekle birlikte, bu seneki ikinci ters köşeyi de yaşatabilecekleri ihtimalini de göz önünde bulunduruyorum. Yazının girişinde bahsettiğim beklemekte olduğum mail ise hangi üniversite tarafından kabul edildiğimi bildirecek olan mail. İlk tercihim olan Tokyo çıkmasa dahi en sevdiğim şehir olan Osaka veya geleneksel Japonya’nın beşiği olan Kyoto’da yaşamak bana bir gram koymaz açıkçası. Rastgele üniversite seçeneğini işaretlediğim için Hokkaido’ya bile razıyım ama umarım Okinawa’ya sürmezler.

Animelerden ise hâlâ uzağım. İsmi Otablog olan bir sitede anime muhabbeti yapamamak biraz garip olsa da, bu duruma artık alıştığınızı düşünüyorum. Yayınlanmaya başladığı zamanlarda Gyakuten Saiban‘ı izliyordum fakat -oyunla karşılaştırdığımızda- aşırı sıkıcılaşmaya başladığı için dayanamayıp sekizinci bölüm gibi bıraktım. Takip edebildiğim kadarıyla ilk oyunun hikâyesi bitmiş ve ikinci oyuna geçmiş. Eh, Dai Gyakuten Saiban‘ın hikâyesine kadar ilerlemedikçe (ki yüzde doksan dokuz ilerlemeyecek) tekrar başlamayı düşünmüyorum. Tahminim animenin üçüncü oyunun hikâyesiyle sonlanacağı ve Apollo Justice’a dahi girmeyeceği yönde. Danganronpa‘nın da yeni animelerine bir göz atma fırsatı buldum ve diyeceğim o ki, ilk çöpten animeden ders aldıklarını görebilmek mümkün. Yine de serinin en azından ana oyunlarını oynamadıysanız bu yeni anime(ler)den uzak durun derim. Hiçbir şey anlamazsınız. Gerçekten. (Ayrıca o loli sesli zenci abiye kıl olmuş olsam da ırkçı değilim.)

Danganronpa-3-Teaser-Site-Open_002

Yeni kadro. Şimdiden toprakları bol olsun.

Oyun köşesinde ise Hyperdimension Neptunia Re;Birth1 bulunmakta. Neptunia serisine çıktığı andan (hatta çıkmadan önceki duyurularından) beri aşinaydım ve takıldığım çoğu platformda öyle ya da böyle adını görmekteydim ama PS3 sahibi olmadığım için dışarıdan baktığımızda son derece jenerik görünen bu JRPG pek ilgimi çekmemişti. Bir Touhou fanatiği olarak herhangi bir seriyi dış görünüşüyle yargılamak, işlediğim en büyük günahlardan olabilir. PS3 sürümlerinden kısa süre sonra, Neptunia oyunlarının remake olarak PC ve Vita’ya uyarlanması ile spin-off’lar dahil teker teker altı oyununu da Steam üzerinden satın aldım ve ilk oyundan seriye girişme eyleminde bulundum. İyi ki de bulundum.

Hyperdimension-Neptunia-ReBirth1-start

Bu resmi görüp önyargılı olmamak mümkün mü?

On seneden fazla süredir en sevdiğim oyun türü sorulduğunda bir saniye bile geçmeden “JRPG” cevabını veririm. Şahsımı “JRPG virtüözü” şeklinde tanımlayabilecek kadar da kendime güvendiğim bir konudur bu Japon rol yapma oyunları. Fakat ironik olarak, 2008 yılında oynadığım Persona 4‘ten beri severek oynadığım, yarısında bırakmadığım, başında sabahladığım, kapattıktan sonra bile üzerinde düşündüğüm bir JRPG oyunu olmamıştı. Pokémon oyunlarını saymazsak, 2008’den 2016’ya kadar sekiz yıl JRPG bağlamında bomboş geçmişti benim için. Ta ki Hyperdimension Neptunia Re;Birth1 oynayana kadar.

Purple_Heart_V2

Purple Heart

Yazının devamında HNRB1 olarak bahsedeceğim bu kallavi uzunlukta isme sahip oyun, daha önce de bahsettiğim gibi Hyperdimension Neptunia adıyla ilk olarak 2010 yılında PS3 platformunda baş gösterdi. Idea Factory ve Compile Heart isminde iki küçük ve fazla popüleritesi bulunmayan oyun şirketi tarafından yapımcılığı üstlenilen bu düşük bütçeli JRPG, kötü savaş sistemi ve başarısız sinematiklerine rağmen beklenmedik bir şekilde, gerek Japonya’da gerek batıda çok büyük bir hayran kitlesi kazandı ve bu sayede zibillah gibi devam oyunu ile yan oyuna sahip oldu. HNRB1 de bu ilk oyunun remake’i. Hatta reboot’u desek yanlış demiş olmayız, zira remake dediğimiz olay alttan üste yenileme münasebetiyle yapılır, grafikler ve gerekiyorsa müzikler güncellenir falan filan. Burada durum biraz farklı. Eski oyundaki bazı karakterler yeni oyunda bulunmuyor; yeni oyundaki bazı karakterler de eski oyunda yoklar, ayrıca karakterlerin yanısıra eski oyunda olmayan pek çok sahne yeni oyunda varken eski oyunda da yeni oyunda olmayan sahneler bulunuyor. Bunun sebebine birazdan değineceğim, ama bunun için oyunun konusundan biraz bahsetmem gerekiyor.

Oyunumuz Gamindustri adındaki dünyada geçiyor. Bu dünyada Planeptune, Lastation, LeanboxLowee adında dört büyük ülke ve bu ülkelerin başında Purple Heart, Black Heart, White Heart, Green Heart isminde CPU (Console Patron Unit) denen tanrıçalar bulunuyor. Güçlerini, insanların onlara duyduğu Share denen inançtan alan bu tanrıçalar, en fazla Share miktarına sahip olmak için nesiller boyu süren büyük bir savaşta birbirlerine karşı savaşıyorlar. Sonu gelecekmiş gibi görünmeyen bu savaşın şartlarını biraz olsun rahatlatmak için diğer üç tanrıça aralarında anlaşıp kısmen en güçlüleri olan Purple Heart’ı saf dışı bırakıyorlar. Savaşın gerçekleştiği tanrısal cennet Celestia‘dan Gamindustri’ye düşerek hafızasını kaybeden Purple Heart namıdiğer Neptune, böylece kendisini kurtaran hemşire adayı Compa‘yı da yanına alarak hafızasını geri kazanmak üzere bir maceraya atılıyor.

Oyunun konusu kabaca bu şekilde. Sizin de muhtemelen fark ettiğiniz gibi, oyun günümüzde de tam gaz devam eden konsol savaşlarını konu alıyor. Her tanrıça bir konsolu temsil ediyor, oyunun baş düşmanı olan Arfoire da korsan piyasasını. Lastation Playstation’ı, Leanbox Xbox’ı, Lowee de Wii’yi karşılıyor. Planeptune Sega’nın iptal edilmiş konsol projesi Sega Neptune’u temsil ederken, Arfoire ise adını R4 adı verilen ve internetten korsan olarak indirilmiş Nintendo DS oyunlarını konsolda çok rahat bir şekilde oynatabilen popüler flaş karttan alıyor. Oyundaki bu “temsil” olayı sadece tanrıçalara ve baş düşmana has değil; tüm karakterler bir şirketi veya yapımı temsil etmekte. Hatta oyunun yapımcı şirketleri Idea Factory ve Compile Heart bile Neptune’un oyunun başında tanıştığı ve macerasının sonuna kadar kendisine eşlik eden parti arkadaşları IF ile Compa olarak karşımıza çıkıyor.

cc7a6c16f71845af494763efcfbda9a7b6aeeffd_hq

CPU’lar

Re;Birth sürümünün eski sürümünden farklı olma sebebine gelince, bu durum, adı Hyperdimension olan bir oyuna yakışacak bir şekilde açıklanmış; remake, ilk oyundan farklı bir boyutta geçiyor. Bu açıklamayı basit bir retcon olarak düşünmek yersiz olacaktır. Zira daha sonraki oyunlardan gelen karakterler de Neptune ile karşılaşıp başka boyutlardan geldiklerini belirterek hal hatır sorabiliyor. Gayet ince düşünülmüş bir nüans.

Yazı Otajournal olarak başladı, oyun inceleme yazısına döndü. Bu yüzden oyunun teknik özelliklerine vesaire girmeden burada noktayı koymak istiyorum.

Ayrıca kör arkadaşlarımızın dikkatine, blogun temasını yedi yıldan sonra ilk defa değiştirdim. Eskisini andırdığı için alışmak pek zor olmayacaktır, yine de insan buruk hissediyor…

Hoşçakal Vigilante, hoşgeldin Able.

Otajournal 二十四” üzerine 11 düşünce

  1. Blogda sadece The Corner’a baktığım için orası değişmedikçe blog değişmiş sayılmıyor.

    Ben de benim wordpressin yazıyı ortada sıkıştırma olayına ayarım ya buna bi çözüm bulmam lazım senden motive olayım 😦

    • The Corner’a da bi’ el atayım sahi, iyi hatırlattın.

      Ben benim temayı sırf sıkıştırıp fontları hayvani ufalttığı için değiştirdim. Gına gelmişti artık. Able’ı öneririm, bayağı bir özelleştirme seçeneği sunuyor, hem geniş geniş ferah ferah, mis.

  2. Monbukagakusho’nun bu sene o kadar sert davranmış olmasına şaşırdım. Bundan önceki yıllarda -bildiğim kadarıyla- hep kabul etmişlerdi. Zaten senin de bahsettiğin o ama şaşkınlığımı gizleyemedim. Belki yaşanan olayların alakası vardır… Bu bir yana tek başına gitmek de ilginç bir tecrübe olacak. Çok fazla arkadaşınla gidince bir de aynı yerde ikamet edince ‘ayrılmaz ikili’ gibi gezdiklerini öğrenmiştim. Ek olarak, kazanmana sevindim. Tokyo yerine Osaka daha cazip geliyor. Oldum olası Osaka taraftarıyım. Osaka’ya gidenlerin de keyfine diyecek yoktu.

    Bu arada, yüksek lisans yapacaksın değil mi?

    • Biz de yaşanan olaylar yüzünden olduğunu düşündük. Adamlar batıp gitmekte olan bir ülkenin vatandaşı için neden masraf yapıp para harcasın ki, kendilerine bir yararı olmayacak sonuçta. Tek başıma gitmekle ilgili bir sorunum yok aslında ama grup halinde bile olsak “ayrılmaz ikili” şeklinde takılmazdım muhtemelen. Ryuugaku yapanlar hakkında en nefret ettiğim şey (pet peeve diyebilirsin) Japonya’da olmasına rağmen oradaki diğer ülkelerden gelmiş tiplerle takılan insanlar. Japonya’ya gitmişsin, Japonla takılacaksın tabii ki. Osaka insanını ben de Tokyo insanından daha çok severim ama şehir olarak meh. Çakma Tokyo diyebiliriz en fazla. Osaka üzerine tek üniversite şansım vardı zaten, o da pek iyi değil. İyi olan da bizim üniversiteyi banlamış vaktinde. O yüzden Tokyo rules.

      Yüksek lisans yapmayı düşünüyor(d)um ama şu son olaylar yüzünden artık kesinleştirdim, kurtulmam gerekiyor ülkeden.

      • Sondan başlayayım. Yüksek lisans yapmayacaksın diye endişelenmiştim. Aslında benim endişelenmem gereken bir durum değil gibi ama ülkede kafası çalışan insanları görmek ve bir yerlerde olduğunu bilmek sevindiriyor. Bu bir yana, sonuçlar niye açıklanmadı? Çoktan açıklanmış olması lazımdı bildiğim kadarıyla.

  3. Aklıma gelmişken, burslardan bir tanesi alan dışıydı. Hani yüksek lisans olan için ve onun hakkında bir bilgin var mı? Sağa sola bakmadan önce buraya da yazayım. Belki bulamayacağım bir şey biliyorsundur.

  4. Geri bildirim: Otajournal 二十五 | oTaBlog // オタブログ

  5. Podcast’inin olduğundan bahsetmişsin ama bir türlü bulamadım. Acaba şu an ulaşma imkanım var mı? Bu arada otajurnallerin her zaman çok eğlenceli ve ufuk açıcı oluyor. Kalemine sağlık.

  6. Geri bildirim: Modern Fire Emblem Külliyatı Üzerine | oTaBlog // オタブログ

Yorum